Leonardo di Costanza'nın yönettiği "Elisa" filmi, izleyicileri gerçek bir suç hikayesinin karanlık ve karmaşık derinliklerine çekiyor. Venedik Film Festivali'nde dikkatleri üzerine çeken bu yapım, genç bir kadının kız kardeşini kaçırma, uyuşturma, boğarak öldürme ve ardından cesedini yakma gibi tüyler ürpertici suçunu ele alıyor. Ancak Costanza, tipik bir "katil kim" veya "neden yaptı" anlatısından ziyade, olayın ardındaki "nasıl yapabildim" sorusuna odaklanarak true crime türüne özgün bir soluk getiriyor.
Bu yılki Venedik Film Festivali'nde, "Elisa" gibi yapımlar true crime türüne farklı bir pencere açarken, İtalyan sinemasının önde gelen isimlerinden Stefano Sollima'nın ('Gomorrah', 'Sicario: Day of the Soldado') yönettiği Netflix dizisi 'Floransa Canavarı' da festivalde dünya prömiyerini yaparak dikkatleri üzerine topladı. Sollima'nın dizisi de, 1960'lardan 1980'lere uzanan, sekiz çifte cinayetin hâlâ çözülememiş gizemini merkezine alarak türün karmaşıklığını ve insan doğasının karanlık yönlerini araştırmaya yönelik benzer bir eğilim gösteriyor.
Bu kapsamda, ünlü rapçi, aktör ve yapımcı Curtis "50 Cent" Jackson da true crime dünyasına adım atarak, Fox Nation platformunda sunacağı altı bölümlük yeni belgesel serisi "50 Ways to Catch a Killer" ile dikkat çekiyor. 16 Eylül'de izleyiciyle buluşacak olan bu seri, her hafta iki yeni bölümle ay sonuna kadar devam edecek ve araştırmacı suç ekiplerinin bir tutuklamaya veya mahkumiyete yol açan özel bir taktiği, bir içgörüyü veya önemli bir kanıt parçasını nasıl kullandığını mercek altına alıyor. Jackson'ın bizzat seçtiği vakalar arasında, Connecticut'ta bir ev soygunu sırasında işlenen cinayeti çözmeye çalışan dedektiflerin hikayesi gibi gerçek olaylar yer alıyor. Serinin baş yapımcıları arasında 50 Cent'in yanı sıra Mike Nichols, Leigh Purinton, Anthony Wilson ve Anthony "Top Dawg" Tiffith gibi isimler de bulunuyor.
Sıra Dışı Bir Suç Psikolojisi İncelemesi
Film, Elisa'nın (Barbara Ronchi) 20 yıllık hapis cezasının 10. yılında, yani olayın üzerinden geçen uzun bir zaman diliminde, kendi iç dünyasındaki değişimleri merkeze alıyor. Bu, izleyicinin katilin eylemlerini dışsal faktörlerden ziyade, içsel dönüşümler ve psikolojik süreçler üzerinden anlamasını sağlıyor. Senaryo, kriminologlar Adolfo Ceretti ve Lorenzo Natali'nin bir makalesinden ilham alıyor ve bu nedenle en sempatik karakterlerden biri, suç psikolojisi üzerine dersler vermek ve mahkumlarla görüşmeler yapmak üzere İsviçre'deki ileri düzey bir minimum güvenlikli cezaevini ziyaret eden Profesör Alaoui (Roschdy Zem) oluyor.
Elisa, cezasının yarısını tamamlamış olsa da, cinayet anına dair kısmi bir amnezi yaşadığını iddia ediyor ve olayı ya da nedenlerini net bir şekilde hatırlayamadığını belirtiyor. Profesör Alaoui ile yaptığı birebir seanslar aracılığıyla, bu zihinsel blokaj yavaş yavaş çözülmeye başlıyor. Film, Elisa'nın aile ilişkilerine, özellikle de sevgisiz annesi (Monica Codena), hoşgörülü babası (Diego Ribon) ve benmerkezci erkek kardeşi Franck (Marco Brinzi) ile olan karmaşık bağlarına odaklanan geri dönüşlerle bu süreci destekliyor. Bu seanslar, Elisa'nın hafıza kaybının sadece bir öfke nöbeti mi yoksa psikolojik bir kendini koruma mekanizması mı olduğu sorusunu gündeme getiriyor.
Bu derin psikolojik inceleme yaklaşımı, Stefano Sollima'nın 'Floransa Canavarı' dizisinde de karşılık buluyor. Sollima, davanın karmaşıklığını tek bir soruşturma teorisiyle sınırlandırmak yerine, 'insan doğasındaki canavarlığı' ve karakterlerin samimi, ailevi ve arkadaşlık ilişkilerindeki kötülükleri mercek altına alıyor. Bu, olayın sadece bir suç hikayesi olmaktan çıkıp 'insanın ve kötülüğün taşıyıcısı oluşunun bir araştırması' haline gelmesini sağlayarak 'Elisa'nın 'nasıl yapabildim' sorusuna olan odaklanmasıyla çarpıcı bir paralellik gösteriyor.
İdealize Edilmiş Bir Cezaevi Portresi: Gerçekçilik mi, Mesaj mı?
Filmin en dikkat çekici unsurlarından biri de, Elisa'nın tutulduğu İsviçre cezaevinin tasviridir. Bu tesis, "ileri görüşlü" ve "güzel bir konumda" olarak betimleniyor; Elisa'nın ev yapımı çörekler sattığı küçük bir kafede çalışması, personelinin ilgili ve mahkumların refahıyla ilgilenmesi gibi detaylar öne çıkarılıyor. Bu idealize edilmiş ortam, bazı eleştirmenlerin aklına şu soruyu getiriyor: Gerçekçilikten uzak bu portre, rehabilitasyon ve ceza kavramları üzerine düşünmeye mi teşvik ediyor, yoksa suçu işleyenlerin yaşam koşullarını fazla mı romantize ediyor? Film, bu progresif değerleri benimseyerek, suçun insanlık dışı yönlerini işleyenlerin dahi insanlığını arama çabasının önemini vurguluyor.
Eleştirel Mercek Altında "Elisa": Beklentiler ve Gerçekler
Film, yönetmenin titiz ve ölçülü yaklaşımı sayesinde sansasyonellikten uzak dursa da, bazı eleştirmenler bu aşırı ölçülülüğün filmin izleyiciyi tam olarak içine çekmesini engellediğini belirtiyor. Hikaye akışının "biraz fazla yavaş" ilerlemesi, özellikle Elisa'nın hafıza blokajının çözülme sürecinde hissediliyor. Ayrıca, cinayete kurban giden bir çocuğun annesinin (Valeria Golino) hikayeye dahil edilmesi, tematik denge arayışı olarak görülse de, ana anlatının odağını dağıttığı ve filmografiyi dengesizleştirdiği yönünde yorumlar yapıldı. Hatta bazıları, "Elisa"nın bir filmden çok bir tiyatro oyunu olarak daha doğal duracağını öne sürdü, bu da diyalog ağırlıklı sahnelerin ve karakterler arası etkileşimlerin gücünü gösterse de, sinematik potansiyelinin tam kullanılamadığına işaret ediyor.
Genel olarak true crime yapımlarının popülaritesi, beraberinde etik tartışmaları da getiriyor. Bazı eleştirmenler, bu tür içeriklerin kurbanların acısını veya trajedileri ticarileştirdiğini, suçluları yücelttiğini veya aşırı sansasyonellik peşinde koştuğunu savunuyor. "50 Ways to Catch a Killer" gibi yapımlar, bu dengeyi nasıl kuracak sorusunu akıllara getiriyor. Ünlü bir ismin projeye dahil olması, içeriğin derinliğini artırırken, potansiyel olarak sadece ünlü gücünü mü kullanacak yoksa gerçekten toplumsal fayda sağlayacak bir anlatım sunabilecek mi? 50 Cent'in "gerçek adalet" vurgusu, serinin daha bilgilendirici ve sorumlu bir çizgi izleyeceğine dair umut veriyor.
Genellikle true crime anlatılarının cinayeti "doğası gereği büyüleyici" ve "failin kendini keşfettiği" bir olay olarak sunduğu bir dönemde, "Elisa" bu yaygın algıya meydan okuyor. Film, soğukkanlı ve karla kaplı atmosferiyle, bir katilin dünyasının aslında ne kadar dar ve sınırlı olduğunu hatırlatıyor; hapsedilmiş, şartlı tahliye edilmiş veya hala serbest olsun, bir katilin evreni küçüktür mesajını veriyor. Bu bakış açısı, izleyiciyi suçun yüzeysel cazibesinden uzaklaştırıp, insan zihninin derinliklerine ve eylemlerin ağır sonuçlarına odaklanmaya teşvik ediyor. Stefano Sollima'nın 'Floransa Canavarı' dizisi de benzer bir titizlikle, kurbanlara olan saygı gereği cinayetlerin fiziksel tasvirinde aşırıya kaçmaktan kaçınarak ve olayı 'bir gösteriye dönüştürmeden', insan doğasının karanlık yönlerine odaklanıyor. Her iki yapım da, true crime türüne derinlikli ve etik bir yaklaşım sergiliyor.
Kamera Arkası: Usta İsimler ve Teknik Beceri
Yönetmen Leonardo Di Costanzo, senaryoyu Bruno Oliviero ve Valia Santella ile birlikte kaleme alırken, sinematografide Sorrentino'nun düzenli kameramanı Luca Bigazzi'nin imzası bulunuyor. Bigazzi, cezaevinin sade ama şık iç mekanlarına zengin bir parlaklık katarken, Giorgio Matteo ve Aki Oliviero'nun müziği de olayın (eylemsizliğin) nazikçe çevresinde süzülerek gerilimi artırıyor.
"Elisa", true crime janrasına farklı bir pencere açan, psikolojik derinliği olan ancak izleyicinin kendi çıkarımlarını yapmasına izin veren cesur bir yapım olarak öne çıkıyor. Film, suçun ardındaki insanı anlamaya çalışırken, aynı zamanda bu sürecin getirdiği zorlukları ve gri alanları da gözler önüne seriyor. Küçük ama etkili bir sinema deneyimi arayanlar için "Elisa" mutlaka izlenmesi gereken bir yapım.
Kaynak: Variety - 'Elisa' Film İncelemesi
Genel olarak, true crime anlatıları günümüzün en popüler türlerinden biri haline gelirken, "50 Ways to Catch a Killer" gibi yapımlar da izleyicilere sadece cinayetlerin nasıl çözüldüğünü göstermekle kalmayıp, adaletin sağlanması yolunda harcanan insanüstü çabayı ve detayları gözler önüne sermeyi hedefliyor. Bu durum, true crime'ın sadece bir eğlence aracı olmanın ötesinde, toplumsal adalet ve insan doğası üzerine düşünmeye teşvik eden bir platform olarak rolünü pekiştiriyor.
69. BFI Londra Film Festivali: Yeni Yapımlar Dikkat Çekiyor
Uluslararası sinema sahnesinde önemli bir yere sahip olan film festivalleri arasında, 69. BFI Londra Film Festivali de programına eklediği dört yeni yapımla dikkatleri üzerine çekti. 8-19 Ekim tarihleri arasında gerçekleşecek festivalde Oscar ödüllü yönetmen Paolo Sorrentino'nun "La Grazia"sı, Fransız sinemasının ustası Claire Denis'in "The Fence"i, Samuel Abrahams'ın ilk uzun metrajlı filmi "Lady" ve Gastón Solnicki'nin absürt komedisi "The Souffleur" gibi birbirinden değerli yapımlar izleyiciyle buluşacak. Bu zengin program ve eklenen filmler hakkında daha detaylı bilgi için 69. BFI Londra Film Festivali: Yeni Filmler Sorrentino, Denis haberimize göz atabilirsiniz.
BFI Londra Film Festivali Neden Önemli?
BFI Londra Film Festivali, sadece bir gösterim platformu olmanın ötesinde, uluslararası sinema arenasında yeni yetenekleri keşfetme ve usta yönetmenlerin en yeni eserlerini dünya izleyicisiyle buluşturma misyonunu üstleniyor. Bu yıl eklenen dört film de, farklı coğrafyalardan ve farklı anlatım biçimlerinden örnekler sunarak festivalin çok yönlülüğünü pekiştiriyor. Özellikle bağımsız yapımlara ve dünya prömiyerlerine verdiği destekle, sinemanın geleceğine ışık tutuyor. Festivalin bu seçkisi, günümüz dünyasının sosyal, politik ve kültürel meselelerine ayna tutan, düşündürücü ve eğlenceli yapımların bir karışımını sunuyor.
Aynı şekilde, dünyanın en köklü ve prestijli sinema etkinliklerinden biri olan 82. Venedik Film Festivali'nde dünya prömiyerini yapan ve sinema dünyasının gözünü üzerine çeviren Çin sinemasının usta ismi Cai Shangjun'un 'The Sun Rises on Us All' (Biz Hepimizin Üzerine Güneş Doğar) filmi de öne çıkan yapımlar arasında yer aldı. Venedik'teki yarışma bölümünün ardından Toronto Film Festivali'nde Kuzey Amerika, Busan Uluslararası Film Festivali'nde ise Asya prömiyerini gerçekleştirecek olan bu yapım, suçluluk duygusu ve affetme olasılığı üzerine yoğunlaşan bastırılmış bir drama olarak tanımlanıyor. Yönetmenin 2011'de Venedik'te En İyi Yönetmen dalında Gümüş Aslan kazandığı düşünüldüğünde, bu yeni filmi de merakla bekleniyor. Daha fazla detay için Cai Shangjun'un 'The Sun Rises on Us All' filmi hakkında bilgi edinebilirsiniz.
Bu yılki festivalde dikkat çeken bir diğer yapım ise Maryam Touzani'nin yönettiği ve İspanyol sinemasının efsanevi ismi Carmen Maura'nın başrolünde olduğu 'Calle Malaga' filmiydi. Venedik Film Festivali'nin Spotlight bölümünde dünya prömiyerini yapan bu iç ısıtan drama, Maria Angeles adlı bir kadının Tangier'deki evine olan derin bağını ve yaşlılığın getirdiği zorluklara rağmen hayata tutunma mücadelesini ele alıyor. Maura'nın yorulmaz ve etkileyici sahne varlığıyla parladığı film, fiziksel mekanlara yazılmış bir övgü niteliğinde olup, aidiyet duygusunun ve kişisel özgürlüğün gücünü vurguluyor. Film hakkında daha detaylı bilgi için Calle Malaga: Carmen Maura Venedik Film Festivali İncelemesi haberimize göz atabilirsiniz.
Bu yılki film festivalleri seçkileri arasında, Venedik Film Festivali'nde büyük ses getiren ve Altın Aslan için güçlü bir aday olarak gösterilen Kaouther Ben Hania imzalı "The Voice of Hind Rajab" filmi de dikkat çekiyor. Gazze'de yaşanan trajik olayların merkezinde, 5 yaşındaki Filistinli kız çocuğu Hind Rajab'ın yürek burkan gerçek hikayesini beyaz perdeye taşıyan bu yapım, sinemanın güncel insani dramlara ışık tutma gücünü bir kez daha gözler önüne seriyor. Brad Pitt ve Joaquin Phoenix gibi Hollywood'un dev isimlerinin yapımcı kadrosuna dahil olmasıyla küresel yankıları artan film, sanatın zor zamanlarda nasıl güçlü bir ses olabileceğini gösteriyor. Daha fazla bilgi için The Voice of Hind Rajab: Gazze Draması Venedik Festivali'nde başlıklı haberimizi inceleyebilirsiniz.
Bu bağlamda, film festivallerinin sadece sanatsal eserlerin değil, aynı zamanda küresel siyasi gerilimlerin de sahnesi haline geldiği günümüzde, 'All About Corinne' gibi yapımların sektörün iç dinamiklerine eleştirel bakışı daha da anlam kazanıyor. Örneğin, Venedik Film Festivali'nde Julian Schnabel'in 'In the Hand of Dante' filmi ve başrol oyuncuları Gal Gadot ile Gerard Butler'a yönelik, İsrail yanlısı duruşları nedeniyle yapılan boykot çağrıları, sanat ve siyaset arasındaki ince çizgiyi bir kez daha gözler önüne serdi. Yönetmen Schnabel'in sanatsal özgürlüğü ve oyuncuların yeteneklerini vurgulayan yanıtı, günümüzün kutuplaşmış dünyasında sanat eserleri ve sanatçıların kolayca politik sembollere dönüşebileceğini gösteriyor. Ancak bu tür tartışmalar, sinema dünyasının ne kadar çeşitli ve karmaşık olduğunu da ortaya koyuyor. Özellikle sinema dünyasının kapalı kapılarının ardındaki gerçeklere ışık tutan bu tip filmler, geniş kitlelerin ilgisini çekmeye devam edecektir. Tüm bu gelişmeler ve Venedik Film Festivali'ndeki güncel tartışmalar hakkında daha fazla bilgi için buraya tıklayarak detaylara ulaşabilirsiniz.
Asya sinemasının önemli buluşmalarından 2025 Taipei Golden Horse Film Festivali de uluslararası arenada dikkatleri üzerine çekiyor. 6-23 Kasım tarihleri arasında gerçekleşecek festivalin açılışını Chen Yu-hsun'un Tayvan'ın 'Beyaz Terör' dönemine odaklanan 'A Foggy Tale' filmi yapacakken, kapanış filmi Mariko Tetsuya'nın başrollerinde Hidetoshi Nishijima ve Gwei Lun-mei'nin yer aldığı New York'ta geçen gerilim dolu 'Dear Stranger' olacak. Festival ayrıca, Japon sinemasının parlayan yıldızı Hidetoshi Nishijima'ya özel bir retrospektif sunarak kariyerindeki önemli filmleri ('License to Live', 'Cut', 'Drive My Car') izleyiciyle buluşturacak. Bu prestijli etkinlik hakkında daha fazla bilgi için 2025 Taipei Golden Horse Film Festivali: 'A Foggy Tale' ve 'Dear Stranger' başlıklı yazımızı okuyabilirsiniz.