George Orwell’ın 1949 yılında yayımladığı ve kısa ömrünün en büyük mirası olan distopik klasiği “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört” (Nineteen Eighty-Four), totaliter rejimlerin sadece siyasi baskı değil, aynı zamanda bireyin zihinsel gerçekliğini nasıl yok ettiğini anlatır. Bu yıkımın zirve noktası ise kitaptaki ünlü metafor olan ‘2+2 = 5’ formülüdür. Bu formül, devletin otoritesini kabul ettiğinizde, zihninizdeki en temel matematiksel gerçeği bile inkâr etmeye zorlanmanız anlamına gelir.
Dokuz yıl önce James Baldwin’in yazıları üzerine çektiği derinlikli belgesel “I Am Not Your Negro” ile büyük övgü toplayan Raoul Peck, yeni eseri “Orwell: 2+2 = 5” ile bu distopik vizyonu günümüz dünyasına uyarlıyor. Ancak belgeselin ele aldığı yöntem, eleştirmenler arasında tartışmalara neden oldu.
Orwell’ın Unutulmaz Dehası: Zihinsel Totalitarizm
Orwell, eserinde ‘Büyük Birader’ (Big Brother), ‘düşünce suçu’ (thoughtcrime) ve ‘çift düşündürme’ (doublethink) gibi kavramları literatüre kazandırdı. Bu kavramlar, Sovyetler Birliği gibi rejimlerden ilham alınarak yazılmış olsa da, asıl çarpıcı olan yönü politik baskının ötesindeki psikolojik terördür. Totaliterizm, sadece özgürlüğü değil, gerçekliği de imha eder. Orwell, baskının insana nasıl dayatıldığını değil, insanın kendi zihninde gerçeği nasıl eğip bükmeye zorlandığını anlayan en büyük psikologlardan biriydi.
“Herkes düşmanın zulmüne inanır ve kendi tarafınınkini incelemeye bile gerek duymadan reddeder.” - George Orwell.
Peck’in Yorumu: Şiddet mi, Psikoloji mi?
Belgeselin başlığı, Orwell’ın asıl temasını (faşizmin metafiziğini) ele alacağı beklentisini yaratsa da, eleştirmenlere göre Peck, odağını bu zihinsel oyundan uzaklaştırarak daha çok otoriter rejimlerin somut şiddetine ve acımasızlığına kaydırıyor. Filmde Pinochet, Putin, Marcos ve Orbán gibi liderlerin görüntüleri yer alırken, totalitarizmin zihniyeti ele geçirme süreci yerine, fiziksel vahşete daha fazla ağırlık veriliyor.
Peck’in belgeselinde dikkat çeken bir diğer nokta ise ele alınan otokrasi örneklerinin büyük ölçüde sağ kanat rejimlere odaklanmasıdır. Eleştirmenler, filmde Mao veya Castro gibi sol kanat totaliter liderlerin ihmal edilmesinin, belgeselin objektifliğini bir miktar zedelediğini ve tartışmalı bir didaktik yaklaşım sergilediğini belirtiyor. Oysa Orwell'ın vizyonu, ideolojiden bağımsız olarak her tür otoriterliği kapsıyordu.
Belgeselin Güçlü Yönleri ve Güncel Bağlantılar
“Orwell: 2+2 = 5”, eleştirel yaklaşımlara rağmen bazı çarpıcı bölümlere sahiptir. Özellikle Damian Lewis’in Orwell’ın eserlerinden yaptığı etkileyici okumalar ve yazarın Burma’daki deneyimlerinden başlayıp ölümünden kısa süre önce “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört”ü bitirme sürecine kadar hayatını anlatan bölümler oldukça sürükleyici. Orwell’ın kendi kusurları üzerinden dünyayı inceleyebilme yeteneği, yazarın dürüstlüğünü gözler önüne seriyor.
Film, modern dünyaya sıçradığında ise gücünü artırıyor. Gözetim kapitalizmi (surveillance capitalism), kitap yasaklamaları ve medya anlatılarının ortodokslaşması gibi konular, Orwell’ın öngörülerinin ne kadar güncel olduğunu gösteriyor. Edward Snowden’ın gözetim üzerine yaptığı açıklamalar, günümüz teknolojisinin ‘Büyük Birader’in ev içi televizyon ekranı’ metaforunu nasıl somutlaştırdığını çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor. Orwell, diktatörler yasayı koyduğunda değil, kendi gözlerimizle gördüklerimize inanma hakkımızı kaybettiğimizde düşünce suçunun başladığını gösteren ilk isimdi.
Kaynak: Raoul Peck’in belgeseli hakkında detaylı incelemeye Variety'nin eleştirisi üzerinden ulaşabilirsiniz.