İkinci Dünya Savaşı'nın yıkıcı sonuçlarının ardından, tarihin en önemli hesaplaşmalarından biri Nürnberg'de yaşandı. James Vanderbilt'in yönettiği “Nuremberg” filmi, bu dönemi mercek altına alarak Nazi rejiminin ikinci adamı Hermann Göring'in hikayesini sinema perdesine taşıyor. Russell Crowe'un çarpıcı performansıyla hayat verdiği Göring, savaş suçları mahkemelerinde yargılanırken insanlık tarihindeki en karanlık sayfaları yeniden açıyor.
Film, savaşın bitiminde teslim olan Göring'i, şişkin bedeni, arkaya taranmış saçları ve sarsılmaz bir benlik saygısını yansıtan alçak sesli Almanca aksanıyla tasvir ediyor. Crowe'un bu role bürünmek için gösterdiği fiziksel ve dilsel çaba takdire şayan. Göring'in kendinden emin tavrı ve narsistik kişiliği, filmin temel motivasyonlarından biri gibi görünüyor. Zira film, Nazi liderlerinin patolojik narsistler olduğu ve bu durumun onları gerçeklikten kopuk bir öz-inanç durumuna hapsettiği fikrini işliyor. Göring'in günde 40'a yakın afyon hapı tüketmesi de bu gerçeklikten kaçışın bir göstergesi olarak sunuluyor.
Kelley ve Göring: Kötülüğün Doğasını Anlama Çabası
Rami Malek'in canlandırdığı ABD Yarbayı Douglas Kelley, Göring'i yargılanmaya uygun olup olmadığını belirlemek üzere görevlendirilmiş bir psikiyatrist. Ancak Kelley'in asıl amacı, Göring'in işlediği suçlarla olan ilişkisini, yani kötülüğün doğasını anlamak. Malek, karaktere konuşkan bir enerji katıyor olsa da, performansında hissedilen tuhaf bir güvensizlik, izleyicinin Kelley ile tam anlamıyla bağ kurmasını zorlayabiliyor. Bu durum, filmin psikolojik gerilim potansiyelini tam olarak kullanamadığına dair eleştirileri beraberinde getiriyor.
Kelley'in Göring ile yüzleşmelerinde, Göring'in inkâr duvarıyla karşılaşması filmin en temel çatışmasını oluşturuyor. Başlangıçta İngilizce bilmediği numarası yapan Göring, gerçekler ortaya serildiğinde "çalışma kamplarının" gerçekten de "çalışma kampları" olduğunu düşündüğünü iddia ediyor. Kendi egomanyak düşünce yapısıyla, tıpkı Adolf Eichmann gibi, karmaşık bir inkâr senaryosu örüyor.
Bu durum, sadece Kelley'in değil, “Nuremberg” filminin de aşmakta zorlandığı bir "tuğla duvar" olarak karşımıza çıkıyor. Film, Göring'in iç dünyasına derinlemesine nüfuz etmek yerine, bu inkârı bir veri olarak sunmayı tercih ediyor. Oysa günümüzde gerçek suç türündeki yapımlar, sadece "kim yaptı" veya "neden yaptı" gibi yüzeysel soruların ötesine geçerek, suçluların zihin yapısını ve "nasıl yapabildim" gibi derin psikolojik etkenleri daha kapsamlı inceliyor. FilmRise gibi dijital yayın devlerinin yeni belgesel serileri, cinayetlerin ardındaki karmaşık zihinsel süreçleri mercek altına alarak izleyiciye suçun sadece bir eylem olmadığını, aynı zamanda insan doğasının karanlık yönlerinin bir sonucu olduğunu kavratmayı hedefliyor. Bu yeni yaklaşımlar, gerçek suç belgesellerine psikolojik bir derinlik katarken, "Nuremberg" filminde aranan ancak tam olarak bulunamayan içgörüleri sunma potansiyeli taşıyor. Benzer bir derinlik arayışı, Oscar ödüllü yönetmen Alejandro Amenábar'ın, dünyaca ünlü "Don Kişot"un yazarı genç Miguel de Cervantes'in Osmanlı esaretinde hayatta kalma ve kendini keşfetme hikayesini anlattığı “The Captive” gibi yapımlarda da karşımıza çıkıyor. Film, Cervantes'in bu zorlu süreçte sadece hayatta kalma mücadelesini değil, aynı zamanda edebi dehasını ve hümanist kişiliğini nasıl şekillendirdiğini, kişisel bir içsel yolculuk odağında inceliyor. Böylece, büyük tarihi olayların yanı sıra karakterin ruhsal dönüşümünü de ele alarak, epik bir destanın ötesine geçmeyi başarıyor. Alejandro Amenábar'ın "The Captive" filmi hakkında daha fazla bilgi edinmek için tıklayın.
Eski Usul Bir Oscar Filmi ve Eleştirel Bakış
İki buçuk saatlik süresiyle “Nuremberg”, eski usul, Oscar avcısı bir film niteliği taşıyor. Yıkılmış harabeler, krem rengi koyu tonlu mahkeme salonları ve tarihi figürleri canlandıran tanınmış oyuncularla klasik Hollywood savaş draması estetiğini benimsemiş. James Vanderbilt'in yazıp yönettiği bu yapım, hoşgörüsüzlüğün yükselişine ve uluslararası adalet standartlarını koruma ihtiyacına göndermeler içeriyor olsa da, psikolojik gerilim ve derin içgörüler açısından zayıf kalabiliyor. Film, Göring ile Kelley arasında bir tür "entelektüel bağ" kurma çabasında olsa da, bu bağın Hannibal Lecter ve Clarice Starling arasındaki kadar etkili olmadığı belirtiliyor.
Duruşmalar sırasında ilk kez dünyaya sunulan toplama kampı görüntülerinin kullanılması, filmin en çarpıcı anlarından birini oluşturuyor. Gerçek, dehşet verici belgesel görüntülerin (ceset yığınları, yürüyen insan iskeletleri) bu kadar cilalı, ödül odaklı bir bağlamda sunulması, bazı izleyiciler için rahatsız edici olabiliyor. Michael Shannon, savcılığa liderlik eden Yüksek Mahkeme yargıcı Robert H. Jackson rolünde oldukça başarılı. Ancak Jackson'ın Göring'i sorgularken zorlandığı anlar, İngiliz savcı Sir David Maxwell-Fyfe'in (Richard E. Grant) devreye girerek Göring'e toplama kampı görüntülerini izledikten sonra hala Hitler'e sadık kalıp kalmayacağını sorduğu ana kadar sürüyor. Göring'in "evet" yanıtı, aslında kendi idam fermanını imzalaması anlamına geliyor.
SenNexus Değerlendirmesi: Kötülüğün Sıradanlığı mı, Görkemli Maskesi mi?
“Nuremberg”, Nazi liderlerini "insanüstü" varlıklar olarak görmekten kaçınmak gerektiğini vurgulamak istese de, Hermann Göring'in filmdeki tasvirisi ironik bir şekilde onu "hayattan daha büyük" bir figür olarak sunuyor. Jonathan Glazer'ın "The Zone of Interest" gibi filmleri, kötülüğün arkasındaki sıradan insanı ortaya koyma konusunda daha başarılıyken, “Nuremberg” bu efsanenin perdesini tam anlamıyla aralayamıyor. Film, tarihi bir olayı büyük bir özenle sahneye taşıyor ancak insan psikolojisinin karanlık labirentlerinde yeterince derinlere inemiyor. Bu durum, izleyicide "kötülük" kavramı üzerine daha fazla düşünme arzusunu tetiklese de, filmin beklenen psikolojik çatışmayı sunamaması, izleyiciyi Göring'in iç dünyasından uzak tutuyor. Sonuç olarak, “Nuremberg” iyi niyetli ve izlenebilir bir yapım olsa da, tarihi dramasının potansiyelini tam olarak gerçekleştiremeyen, kaçırılmış fırsatlar barındıran bir çalışma olarak akıllarda yer edebilir. Bu da, tarihin en karanlık sayfalarından birini aydınlatma çabasındaki bir film için önemli bir eleştiri noktasıdır.
“Nuremberg” filmi, İkinci Dünya Savaşı'nın en büyük adalet arayışlarından birini görsel bir şölene dönüştürüyor. Russell Crowe'un Göring yorumu ve Rami Malek'in çetrefilli sorgulamalarıyla dikkat çeken yapım, tarihin acı yüzleşmesini yeniden canlandırıyor. Sinema dünyasında geniş yankı uyandıran bu yapım, hem tarihe ışık tutması hem de dönemin ruhunu yansıtması açısından önem taşıyor.