'Fargo' ve 'Legion' gibi projelerle bilinen bir markayı alıp onu hem saygılı hem de cüretkar bir şekilde yeniden yorumlama sanatında ustalaşan Noah Hawley, bu kez bilim kurgu sinemasının en karanlık koridorlarına adım atıyor. FX ile üçüncü iş birliği olan 'Alien: Earth', adeta tanıdık bir kabusun ortasına düşen yepyeni bir bilim kurgu destanı gibi başlıyor. Hawley, Ridley Scott'ın yarattığı ikonik evrenin araçlarını devralıyor ancak Xenomorph'ların yarattığı bedensel korkuyu, çok daha derin ve felsefi bir sorgulama için yalnızca bir basamak olarak kullanıyor gibi görünüyor.
İki Koldan İlerleyen Bir Kıyamet Senaryosu
Dizi, 2120 yılında, yani Ellen Ripley'nin Nostromo'daki kabusundan sadece birkaç yıl önce geçiyor. Hikaye, iki paralel olayla başlıyor. Bir yanda, Maginot adlı araştırma gemisinin dünyaya çakılmasıyla Xenomorph dahil olmak üzere sayısız uzaylı türünün milyarlarca potansiyel taşıyıcıyla buluşması var. Diğer yanda ise, Weyland-Yutani'nin en büyük rakibi olan mega şirket Prodigy'nin ilk insan-sentetik hibritleri yaratması yatıyor.
Bu hibritler, 'Alien' evrenindeki sıradan sentetiklerden çok farklı. Prodigy, ölmüş veya ölmekte olan insanların bilinçlerini, özel olarak tasarlanmış sentetik bedenlere aktararak ölümsüzlüğü metalaştırmayı hedefliyor. Bu projenin ilk denekleri ise, ailelerinin onayıyla bu korkutucu deneye katılan, ölümcül hastalığa yakalanmış çocuklar.
'Blade Runner'ın Gölgesinde Bir Kimlik Arayışı
İnsan ve makine arasındaki çizgiyi sorgulayan dizi, bu yönüyle Ridley Scott'ın bir diğer başyapıtı olan 'Blade Runner'a derin bir selam gönderiyor. Bangkok'ta çekilen sahneler, siberpunk bir Doğu Asya metropolü estetiği sunarken, hikayenin odağını da canavar avından çok bir kimlik arayışına çeviriyor. Bu, 'Alien: Earth'ü sadece bir korku hikayesi olmaktan çıkarıp, derin bir varoluş dramasına dönüştürüyor.
Peter Pan, Kayıp Çocuklar ve Eksantrik Bir Milyarder
Hikayenin merkezindeki kahramanımız Wendy (Sydney Chandler), kanser tedavisi gören Marcy adında bir çocukken bilinci yeni sentetik bedenine aktarılan ilk hibrit. Kendisine J.M. Barrie'nin Peter Pan'indeki karakterin adını veriyor. Onu takip eden diğer hibritler de doğal olarak Peter'ın "Kayıp Çocuklar"ı oluyor. Bu metaforun Peter Pan'ı ise elbette Prodigy'nin dahi ve bir o kadar da dengesiz kurucusu Boy Kavalier (Samuel Blenkin). Ayakkabı giymeyi veya bir koltuğa düzgün oturmayı reddeden bu trilyoner, pervasız tavırlarıyla hikayenin fitilini ateşliyor ve hibritleri Maginot enkazını incelemeye gönderiyor.
Dizi, izleyicinin 'Alien' evrenine hakim olduğunu varsayarak bazı anlatısal kestirmeler kullanıyor. Bu sayede Xenomorph'un yaşam döngüsü gibi bilindik gerilim unsurlarını hızla geçerek asıl odak noktasına, yani sentetiklerin dünyasına daha fazla zaman ayırıyor.
Av ve Avcı Değil, Potansiyel Müttefikler
Hawley, 'Alien' evrenindeki bir kuralı zekice kullanıyor: Sentetiklerin etleri olmadığı için Xenomorph'lar için doğal bir av değiller. Bu durum, hibritlere pratik bir avantaj sağlıyor. Fakat daha da önemlisi, felsefi bir kapı aralıyor. Sezon ilerledikçe, her iki grubun da insanlar tarafından birer bilim deneyi olarak görüldüğü ve kontrol altında tutulduğu gerçeği belirginleşiyor. Belki de hibritler ile uzaylıları birleştiren şey, onları ayıran şeyden çok daha fazladır. Peki bu durum, onları hapseden insanlık için ne anlama geliyor?
Sonuç olarak; 'Alien: Earth', FX'in büyük bütçeli prodüksiyon kalitesini sonuna kadar hissettiren, görsel olarak çarpıcı bir yapım. Ancak dizinin asıl gücü, ikonik canavarlarından değil, makine bedenlerde yeniden hayat bulan çocukların trajik, merak dolu ve tekinsiz yolculuğundan geliyor. Hawley, Xenomorph'ları bir yem olarak kullanıp asıl hikayeyi sentetiklerin omuzlarına yüklüyor. Bu da 'Alien: Earth'ü, uzun soluklu ve üzerine kafa yorulacak bir bilim kurgu destanı yapma potansiyeli taşıyan, heyecan verici bir başlangıç haline getiriyor.